EKIM2021 Reşat Yörük
Ah o kanoda ben de olsaydım!
Ah o kanoda ben de olsaydım! Her zaman büyük düşüneceksin. Biz de öyle yaptık. Sezonu kaçırmadan Karaburun’daki Büyük Ada’ya doğru bir kano macerası yaşayalım dedik… Ne gereği varsa? Bilirsiniz Büyük Ada’yı. Namı-ı diğer Sahip Adası. Karaburun iskelesine taş çatlasın 2-2.5 kilometre mesafede… 90’ların başında terkedilen ve hızla çoğalan başıboş keçileri ile meşhur. Hiç görmedim ama üzerinde Roma döneminden kalma mezarlar da varmış. O yüzden aynı zamanda “arkeolojik sit” burası. Yoksa çoktan villaları kondurmuşlardı. Hiç bilmeyenler için de tarif edelim biraz. Ada dediysek, aklınıza hemen öyle (filmlerdeki gibi) sık bitki örtüsüne sahip, yeşillerle bezenmiş, turkuaz kumsallarla çevrili bir yer gelmesin. Bizimkisi (yeşil açısından) Konya ovasından biraz hallice. Kısmen makilik (ve kekik), bol kayalık… Kırlangıçlar için çok ideal bir üreme alanı olduğu söyleniyor. Ve küçük de olsa bir sahili var; uzaktan bakınca insanı cezbeden… İşte bizim kanımıza giren de o turkuaz sahil oldu. Arkadaşlardan temin ettiğimiz (bedava yani) 3 kanoyla Kuyucak Plajı’ndan çıktık yola. 4 kafadarız. Denize açılıp 2 kilometre kadar kürek sallayacağız ama sorun değil! Çünkü yanımızda, kapı gibi Selami var. Kendisi, yüce devletimizin iki yıl önce 39 TL karşılığında dağıttığı amatör denizcilik belgesini kapmış 1 milyon vatandaşımızdan bir tanesi oluyor. Hani Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında (soruları ve cevapları elden ele dolaşmış) sınavla verilen belgeler var ya; onlardan… Bizim için daha uygun olacağını düşünmüş olacak ki, ikili kanoya (biraz zayıfça olan) Nusret’le beni oturttu Selami. Kendisi de Mehmet’le birlikte tekli kanoya bindi. “İngiliz tabancası” gibi kurulduk kanolara; plajdakilere caka satıyoruz. Herkesin bize imrenerek baktığına ve bir kısmının da “Ah o kanoda ben de olsaydım / Açık denizlere yol alsaydım” şarkısını mırıldandığına o kadar eminim ki! Ben “imrenilmenin” verdiği hazzı biraz daha yaşayalım derken, Selami ile Mehmet çoktan “vira bismillah” deyip yola çıkmıştı bile. Daha dengeli olduğu anlaşılan tekli kanolarla… Üzerimizdeki rehaveti bir kenara bırakıp biz de harekete geçtik hemen. Daha doğrusu harekete geçmeye çalıştık. Ama dengede durmak ne mümkün! Fiberglass kanomuz ha devrildi ha devrilecek! Suya düşmek mesele değil de, bizimle birlikte tüm cakamız alabora olacak. Ona yanıyorum. Türkçe’de “tek kürekle mehtaba çıkmak” diye bir deyim var ya, Nusret’le benim durumum ondan da beter. Elimizdeki kürekler, aslında tek bir küreğin iki parçası. Siz buna “yarımşar” da diyebilirsiniz. Neyse! Herşeyi göze alıp “maksimum denge” ile yavaştan yavaştan açılmaya başladık. Ölmek var, dönmek yok artık. Ama altımızdaki kano değil karpuz kabuğu mübarek! Nasıl da yalpalıyor öyle! Bu arada diğer arkadaşlarla aramız hayli açıldı. Mecazi anlamda söylemiyorum; arayı açtılar gidiyorlar yani… Kim koydu o kırmızı tekneyi oraya? Ünlü Homeros, Karaburun için “Rüzgarlı Mimas” diye boşuna söylememiş. Çok durgun bir havada aniden esinti başlayabiliyor. Bu da kano üzerinde “tuzsuz pelte” gibi titrememiz demek. Yani bir adım sonrası “yandı gülüm keten helva”… Denizin rengi açık maviden koyu laciverte döndüğü an işin ciddiyetini iyice anlayıp maksimum konsantrasyona geçtik Nusret’le. Denge ve uyum için… Sakin ve ahenkli hareketlerle kürek çekmeyi sürdürerek yavaş yavaş da olsa hedefe doğru ilerlerken, bir yandan da Selami’yi “Hay ben senin bulduğun kanonun…” türünden sevgi dolu ifadelerle anıyordum. Sonunda adaya ulaştık. 320 gün dalgalarla boğuştuktan sonra karaya varan Norveçli kaşifler gibi ilk işim kumları öpmek oldu. Bu arada bizim Selami, güneşin altında ufaktan kestirmeye başlamıştı bile… Filosunu sağ salim limana ulaştırmış donanma komutanı kadar rahat ve huzurlu olduğunu hissettim nedense. Bir iki laf sokacağım ama hiç takatim yok! Ben de attım kendimi kumlara… Biraz dinlenip o turkuaz koyda denize girdikten sonra sinirim geçmişti. Ama dönüş yolu gözümde iyice büyüyordu. İşte tam o sırada “denizci belgeli” Selami imdadıma yetişti. “İkili kanoya birlikte binelim. Ben arkada oturup kürek çekerim. Sen de bana şarkı söylersin.” Teklif çok cazipti valla! “Denizciliği devlet tarafından tasdik edilmiş” bir insanın varlığı bile insana güven veriyordu. En azından o an öyle düşündüm. Önce Nusret’le Mehmet’i tekli kanolarına bindirip bir süre izledik. Gayet iyi gidiyorlardı. Biz de kanoyu suya sokup onları takip etmek üzere atladık yerlerimize… Binmemizle denize düşmemiz bir oldu. Daha ilk hamlede devrilmiştik. Tek tesellimiz, bu düşüşü gören kimsenin olmamasıydı. İkinci kez, daha dikkatli bir şekilde bindik kanomuza. İkimiz de oturmuştuk yerlerimize. Lakin fiberglasstan yapılmış bu “çakma” deniz aracına hükmetmek, kızgın rodeo boğalarıyla başa çıkmak kadar zordu neredeyse. Tam bunu düşünürken, “denizci belgeli” Selami yönetiminde tosladık, hemen ileride demirlemiş kırmızı tekneye… Küüüt diye! Allah’tan bunu da gören yoktu. Acemi denizci rüzgara karşı tükürür, şaşkın ördek kıçtan dalarmış. Bizimkisi, ikisinin tam ortasında bir şeydi. Yine de hiçbir şey olmamış gibi (zar zor) kıyıdan uzaklaşıp Kuyucak’a doğru hafiften ilerlemeye başladık. Fakat denge sorunu, bu kez daha da fazlaydı sanki. Selami ile Nusret arasında nereden baksan 25 kilo fark vardı. Ve ağırlık arttıkça kanoya hakim olamıyorduk. Bu arada sahilde nasıl düştüğümüzü, kırmızı tekneye bodoslama nasıl vurduğumuzu konuşup kahkahalar atmaya başladık. Biz güldükçe kano daha çok sallanıyordu. Derken “cup” diye bir ses duydum. Bizim Selami düşmüştü. Bu dramatik düşüş, kahkahalarımızı bıçak gibi keseceğine daha da artırdı. Düşerim korkusuyla arkama dönüp bakmasam da, katıla katıla gülmelerimi bir türlü frenleyemiyordum. Bu arada bir taraftan da iki kolum yanlarda, Titanic filminin o meşhur sahnesindeki poza bürünerek dengeyi sağlamaya çalışıyorum. Varın Selami’nin halini siz düşünün! Hafiften dalgalanmaya başlamış deniz üzerinde bir ceviz kabuğu gibi sallanan kanomuza binmeye çalışırken gülme krizi de devam ediyordu. Ne kadar su yuttuğunu tahmin bile edemiyorum. Allah’ın mucizesi işte, bizim Selami kanoyu devirmeden hoplayıp oturdu yerine yeniden. Ama kahkahalarımız bitmemişti daha… Sallantılar da… Kürek ve komuta sevgili (ve denizci belgeli) arkadaşımdaydı yeniden. Bense önde denge unsuru olarak kalmaya ve düşmemeye çalışıyordum. Gerçekten de gülünecek durumdaydık. İşin kötüsü, kanoya binmeden önce Agop’un kör kazı gibi ne bulduysak atıştırmış, midelerimizi tıka basa doldurmuştuk. Ve her an bir yerlerimize kramp girebilirdi. Nedense aniden sustuk. Bir süre sessizlik oldu. Bu arada Nusret’le Mehmet karaya yaklaşmıştı bile. En azından onlar kurtulacaktı. Sessizlik tedirgin edici bir hale bürününce, belki moral verir diye bir şarkı söyleyeyim dedim. Nasıl olduysa nağmeler dudaklarımdan kendiliğinden döküldü: “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime / Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.” Nasıl becerdik bilmiyorum ama 20 dakika sonra karadaydık. Denizin pes ettiği yerde… Düştüğümüz onca komik duruma rağmen, Preveze’den dönen Barbaros Hayrettin Paşa edasıyla çektik kanomuzu sahile… Birbirimizle göz göze gelip gülmemek için farklı yönlere bakarak ilerledik duşlara doğru… Yeni seferlerin hayalini kurarak…